Kasım 25, 2010

Edinburgh enstantaneleri...





Edinburgh'lu son yazımız, dosyanın da son halkası... Güneşli (ama soğuk!!) bir günde güzel bir yürüyüş. Old Town'dan başlayıp, kaleye giden meşhur Royal Mile yolu ve New Town'a uzanan bir gezinti...

Bir önceki postumda bahsettiğim close olayını burada daha net görebilirsiniz, özellikle Old Town'da çok fazla var, gördüklerimi çektim.


Her yerinde bir tepe, her yerinde durup, kuşbakışı olarak başka bir manzaraya bakma imkanı, her yerinde başka bir sokağa çıkan dar bir sokak, kuleler, kaleler, kiliseler, obeliskler... Küçük ama keşfedecek çok şey sunan, oyun parkı gibi bir yer işte Edinburgh.

Çok güzel şehir vesselam. Fazla uzatmayayım, sizi biraz fotoya boğucam ama eleye eleye ancak bu kadar oldu, yoksa 300 foto filan var yani :)

Kasım 21, 2010

Edinburgh underground...



Daha önce dedim Edinburgh çok acaip bi şehir diye... Ortaçağ'ın mirası İskoçya'nın kendi mistisizmi ile birleşince, bugüne korkunç hikayeler olarak taşınmış. Şehrin dört yanında hayalet hikayeleri anlatılıyor ve bu hikayeler eğlenceli birer turistik atraksiyona dönüşmüş.

Bendeniz de nerede var sayko bi şey, merak ettiğimden bu hayalet turlarından birine katılmadan duramazdım tabii. Şehirde pek çok böyle tur var, şirketlerin sahipleri bazı mekanları devletten veya sahiplerinden kiralayıp, halka açmış. Bunlardan en meşhurları, sevgili lonely planet'ciğimin de önerdiği Black Hart Tours'unkiydi. Gündüz sokaklarda gezer, gece de hayalet avına çıkarım, hem gece daha etkili olur dedim ve yeraltı labirentleri + mezarlık gezisi sunan "Double Dead tour"a yazıldım.

Kasım 19, 2010

Yağmur altında Edinburgh...



Edinburgh... İskoçya'nın Glasgow'dan sonraki ikinci en büyük şehri ve de başkenti. Bu UK ziyaretimde İskoçya'ya, en azından Edinburgh'a bir gitmeye kararlıydım ve 3 günü buna ayırdım. Lanet olsun, keşke daha çok ayırsaymışım.

Edinburgh gördüğüm en güzel yerlerden biri olabilir sanırım, ne fotoğraflar ne kart postallar hakkını veremiyor. Gidip görmeniz lazım. Çok acaip, çok başka türlü, çok ilham verici bir yer...


Bir Ortaçağ kenti Edinburgh ve bunu her yerinde hissediyorsunuz. Zamanında Auld Reekie lakabıyla anılıyormuş (Old smoky) zira o zamanlar vebanın da her tarafı vurduğu dönemlerde yani, Edinburgh sokaklarından yükselen bok kokuları ve pisliğiyle meşhur. Şimdi öyle değil tabii... Ama zamanın kötü yaşam koşulları şehrin her tarafında ayrı bir hayalet hikayesi türemesine sebep olmuş. Dünyanın en meşhur paranormal aktivitelerinin buralarda olduğu söyleniyor. Enteresandır ki bir diğer lakabı da çıkardığı yazar ve düşünürleri nedeniyle "Athens of the North" Yani hem pis, bok kokulu hem de intelekçuıl bi yer Edinburgh! :)

Ve ayrıca yine İngilizce'nin bir manyaklığı olarak ismini Edinbörgh değil, Edinbro okuyorsunuz. Bilemiyorum nedendir...

Kasım 17, 2010

Druid'lerin laneti...




Stonehenge'e olan takıntımın ana sebebi yukarıda gördüğünüz, bence dünyanın en komik adamı olan ünlü İngiliz stand-up'çı Eddie Izzard'a ait şu video. Eddie'ciğimin bu kadar komik anlattığı bir şeyi görmemem söz konusu bile olamazdı. Ha ama bir de düşününce hakikaten görmek gereken bir şeydi. Yani en az M.Ö 3000 yılına ait bu yapıda, acaip ve devasa taşlarımız, gerçekten "in the middle of nowhere" denecek bir yerde yuvarlak bir şekilde toplanmış. Üstelik yakın çevrede o taşlardan yok. Manyakça bi iş. Uzaylı parmağı var gibi ahahah. Neyse, bu kadar emek, yani bi gidip görülmeyi hak ediyordu. Hatta beni içeri almayan pasaportçu abiye de demiştim, Stonehenge'i görecem diye ve görecektim de, azimliydim.



Stonehenge, Londra'ya 100 km mesafedeki Salisbury köyünden otobüsle gidilen bir vadide bulunuyordu. Ona bin buna bin zor olur diye, hostelden bir tur ayarladım. Önce Stonehenge, sonra Bath ve Windsor vilayetlerini görecektim. İyiydi, hoştu. Ve bu tura katılabileceğim sadece 1 tek günüm vardı, değerlendirmeli ve Stonehenge'i görmeliydim.

Kasım 16, 2010

Londra'dan insan manzaraları




Şimdi burda ben çaktırmadan insanları çekmeye çalışıyorum (arada biberler filan olsa da, amaç insan aslında), havalı söyleyecek olursak "candid portrait" yani... Neyse işte, yer Londra, çoğunluk Covent Garden yani bunların Kapalı Çarşı'sı gibi bi yer, çok turistik ama cici bi alan. Bazıları da öyle caddelerde işte. İnsan çekmeye o kadar dalmışım ki, bildiğin standart turiz fotolarından çekmeyi unutmuşum. O nedenle Covent Garden nasıl bir yer, derseniz sizi şuraya alayım. Bu postta anlatıcak çok bişeyim yok, bunlar insan işte, bazısı İngilizdir sanırım, bazısı da değildir. Gözleri, kulakları filan var, öyle bi şeyler işte, çok da enteresan bi durum yok aslında.

Ha niye koyuyon canım bu yazıyı ve fotoları madem enteresan diil derseniz de, yazıktır derim, kızceez bi kamera almış, bi heves oynuyo, koymasın mı ilk denemelerini? Evet, kendimden 3. şahısta bahsettim, doğru duydunuz.

Kasım 15, 2010

London by night




Şimdi efenim, gündüzleri işim olduğun ve hava dediğimiz şey kış aylarında 5 gibi karardığından, Londra ilimizde daha ziyade gece fotoları çekebildim. Tabii kameraya henüz alışamadığımdan, ve gece dolayısıyla daha uzun ve titremeye müsait pozlama sürelerinin varliği flu ve titrek şeylere sebebiyet verdi. Olsun ama ben yine de koyayım. Bazıları deneme, anlayacaksınızdır zaten o deneme olanlarda, neyi hedeflediğimi :) Arada bir kaç tane de psychedelic çalışmam var eheheh.

Londra güzel bi yer, cıvıl cıvıl, hareketli. Kırmızı renk bence tanımlar Londra'yı, ki zaten onlar da o renk tanımlasın diye ellerinden geleni ardına koymamışlar, her tür detay kırmızı. Öyle romantik bir şehrimiz değil, bir Paris gibi, bir Venedik gibi ama kıpır kıpır bir yer.






(üç ışığın da yanıyor olmasına dikkat ediniz, resmin fluluğuna değil ahahaha)

Kasım 13, 2010

Open for business


Londra'nın Çin mahallesinde böyle bi tematik çalışma... Neden derseniz, pek bi sebebi yok, oyun olsun, eğlence olsun diye ama bence hoş oldu. Fazla söyleyecek bir sözüm yok bu konuyla ilgili, open tabelaları işte. Tabelaların asılı olduğu dükkanlar açık yani. Ancak çin mahallesinin hissini verdi mi, verdi? Bak işte kızarmış ördekler, bak şık suşiciler, bak Çün borsacıları, bak eczane... Daha ne olsun?



PS: Londra'da Çin yemekleri gayet güzel evet, Hint restoranları ise şahane, yoğun Hint nüfusundan ötürü olacak. Ayrıca Kore, Thai filan da yaygın. Hepsini deneyin işte, Soho civarında Çin mahallesi, orada ve çevresinde Asya mutfağı sebil...

Kasım 11, 2010

London calling ama nasıl calling?



Efenim London calling dedik ama çağırmasına rağmen, içeriye buyur etmekte biraz zorlandı. Pek misafirperver sayılmaz kendisi.

Şimdi olaylar şöyle gelişti. Annem ve babam ile yaptığımız Paris gezisinden sonra onlar TR'ye ben London'a gitmek üzere yollarımızı ayırdık. Ben hoop atladım trene, sanıyorum ki 2 saat içinde, ver elini Londra! Ama ne gezeeer!

Trene bincem, 15 dakikam var, Fransız pasaportçularından geçtim laylaylom, İngiliz pasaportçularına geldim. Adam bir meymenetsiz, bir nemrut, bir bana bakıyor, bi pasaporta... Dakikalar geçti, gerginlik tavanda... Adam bana bakıyor, ben adama. Öeh. Neyse nihayet konuştu bu dallama:

Kasım 07, 2010

Voulez-vous coucher avec moi ce soir?





Paris dosyamızın 3. ve son halkasında Pigalle dolaylarında yürüyeceğiz. Ben rehberiniz Deniz Tan, hayırlı yolculuklar dilerim efenim.

Şimdi... Montmartre'dan aşağıya inince, Pigalle bölgesine geliyorsunuz. Pigalle, meşhur Moulin Rouge'un bulunduğu semtimiz. Biraz Red Light ama hard core fuhuştan ziyade sex shoplar ve strip clublar anlamında bir red light. Esas fuhuş bölgesi başka. Ayrıca ne biçim bilgiler veriyorum ben be! Ahaha...

Pigalle'de sıra sıra sex shoplar var ama onların arasında dolanan yaşlı turist teyze grupları, gençler, çoluk çocuk bol. Sakat bir bölge değil yani pek. Moulin Rouge'dan ötürü sanırım, hayli turistik zaten.

Bu konu hakkında söyleyeceklerim bu kadar, fotolara geçebiliriz. Buyrunnn...


Paris tepeleri



Paris dosyamızın ikinci bölümünde Montmartre dolaylarını inceleyeceğiz. Meşhur, babama göre Rus, Bana göre Taj Mahal stili kilisemiz Sacré Coeur'un bulunduğu bu bölge, sokak ressamları ve hatta karikatüristleri, küçük dükkanları ve Paris'te çok ender bulunan bir şey ile biliniyor: Yokuş! Zaten burası Paris'in en yüksek de bölgesi.


Kasım 05, 2010

Paris, je t'aime!



Paris'in nesini anlatayım size, Paris işte... Hiç gitmemiş dahi olsanız filmlerden, romanlardan, fotolardan filan bilirsiniz zaten. Eh işte, ben de bu seyahat manyaklığımın ilk etabında annem ve babamla 3-5 gün Paris'e kaçtım, onların bir iş toplantısını bahane ederek. Gezdik tozduk, daha önce Paris'e zaten gelmiş olduğumdan ve Louvre'du, Eiffel'di, d'Orsaydi... o tip Paris'in olmazsa olmazı turistik aktiviteleri zaten yapmış olduğumdan, bu sefer daha çok sokaklarda yürüme, gezme, tozma şeklinde bir gezi idi, güzel idi, hoş idi. Ne de olsa Paris, her zaman güzel... Oh oui!

Neyse efenim, şimdi bari yürüyüşleri konseptlere böleyim dedim ki yazı şişmesin. İlk kısmımız Paris'in havalı semtlerindeki yürüyüşlerimiz. Ne bileyim ismini eskiden Latince öğretilen üniversitlerin çoklukluğundan alan Quartier Latin olsun, St. Germain, St. Michel, 1. kısım, 3. kısım, 6. kısım (zira Paris'te mahalleler ortadaki adalar 1 numara olmak üzere dışa doğru giden bir spiral şeklinde numaralandırılıyor, işte bazıları havalı mahalle, bazıları değil) falan filan olsun, oralarda gezmeler, tozmalar,kahve içmeler, etrafa bakmalar ve tabii alışveriş yapmalar... ;)


Ekim 26, 2010

Mola

Neye mola, bloga zaten 15 sene önce başlamıştın, ancak 3 yazı yazdın diyeceksiniz, ona mola değil... Eski gezileri anlatmaya bir süre mola, şimdi aktüel gezileri anlatacağım bir süre, onlar bitince ya da onlardan vakit buldukça, eskileri yüklemeye devam ederim. Sonuçta eski gezilerimizde önemli parçalar var: Hırvatistan, Prag, Bosna, Hollanda, Almanya-Berlin, Tayland, Bakü, Singapur, iç turizm gezileri gibi daha bir sürü yüklenecek foto var, herhalde 50 seneye bitiririm. Ama şimdi... yeni yerler zamanı.

Karayip sefası...



Puerto Rico gezi dosyamızın üçüncü ve son enstalasyonuna geldik sayın seyirciler, söz verdiğim üzere karayip sularından havadislerimi bildireceğim burada.

Şimdi dedik zaten burası bi ada, 4 tarafı deniz, 4 tarafı deniz olduğu yetmezmiş ki, hepsi de birbirinden güzel denizler. Tropik ada olmanın şeyi başka tabii...

Şimdi hangi foto hangisiydi pek hatırlamıyorum, hepsi masmavi bi deniz sonuçta ama San Juan'a yakın Luquillo vardı, tropik belediye plajı, bir gün orada oynadık. Ben o gün felaket yandım, sonraki 3 gün boğazlı kazakla dolaşasım geldi resmen zira boynuma kadar istakoza döndüm, o gün o plajda 20 dakikanın neticesinde.

Ekim 21, 2010

En mi viejo San Juan*

 Various Artists - En Mi Viejo San Juan - Pedro Rivera Toledo .mp3
Found at bee mp3 search engine


Porto Riko'ya vardık, vardığımız gibi de havaalanından arabamızı kiraladık sonra ver elini San Juan.

Ben heyecandan pırpır, gidiyoruz gidiyoruz, 5 yıldızlı oteller, tesisler, Antalyamsı, Miami'msi yerler... Eh hani nerde benim aklımdaki o Karayip ortamı diyecekken ben tam, lank! Old San Juan'a giriyoruz. Ve benim kalbim duracak gibi oluyor.

Old San Juan, bizim Sultanahmet gibi, şehrin eski kısmı, yeni taraftaki çirkin ve kocaman otellerin aksine, kale duvarları içine kurulu minik bir şehir... Minik minik, rengarenk evler, kalenin duvarları ve deniz... Duvarların bitimindeki yüksek falezlere vuran hırçın dalgalar filan. Batan güneş, palmiyeler... Öyle bir görüntü ki nefes kesiyor.



San Juan'da kale duvarının tam bitiminde şahane bir otelde yer ayırtmışım: The Gallery Inn. Otel için ayrı bir post açılır, o derece fevkaladenin fevkinde bi otel. Amerikalı ressam bir kadın 60'ların sonunda San Juan'a gelip, aşık oluyor. O dönem fahişelerin ve mafyanın ortalıkta cirit atmasına bakmaksızın, viran haldeki bilmemkaç yıllık colonial bir evi satın alıyor ve restore ediyor. Otel bugün inanılmaz bir yer. Çicekler içinde bir avlu, papağanlar, teras, hepsi birbirinden farklı döşenmiş odalar, kadının kendi heykelleri, resimleri. Öyle böyle değil, gördüğüm en güzel otel olabilir yani.

Puerto Rico, mi amor...



Frankie Cutlass/Voltio/Barrio Boys/Lumidee - Puerto Rico 2006 .mp3
Found at bee mp3 search engine


Ben Porto Riko'ya gideli en az 7 sene filan oluyor sanırım. O zaman bloglar da pek yaygın değildi, dijital fotoğraf makinesi de. Neyse ki scanner varmış da kalitesi kötü de olsa fotoğrafları scan etmişim üşenmeyip. 9 rulo film harcamıştık galiba, baya mesai ama değer mi, değer.

Porto Riko şu hayatta en sevdiğim memleketlerden biri oldu. Hani ilk görüşte aşk derler ya, öyle biraz. Adımımı attım ve içim gitti memlekete. Öyle sevdim. Birden. Görür görmez.

Zaten vardığımızda akşam vaktiydi, arabayla San Juan'a girdiğimizde, güneş batarken, kale duvarlarına vuran sert dalgalar filan... Öyle bir dramatik görüntü ki... insan nasıl aşık olmasın!

Tüm aşık olduğum ülkelerde olduğu üzere Porto Riko da inanılmaz güzelliklerinin yanında çer çöp, çirkinlik, çarpık yapılaşma, fakirlik barındıran bir memleket. Türkiye'ye benzettim aslında garip bir şekilde. Öyle inanılmaz, insanı sarsan bir doğa, sonra o yemyeşil manzaranın içinde pörtleyen cırtlak pembe bir ev.

Olsun ama. Yemeğiyle, havasıyla, suyuyla, insanıyla öyle güzel bir yer ki Porto Riko. İnsan üzülüyor Amerika geldi ve "burası benim" dercesine kullanıyor diye. O kadar Amerika değil ki orası...

Ekim 19, 2010

Elmanın atası



biri sıradan bir zamanda, digeri de yılbaşında olmak uzere iki kere gittim alma-ata’ya. farketmişsinizdir, inatla alma-ata diyorum ve almati demeyi reddediyorum. neden derseniz, alma-ata gibi hoş ve %100 türkçe bir kelime yerine niye anglosaksonların uydurmasını kullanayım diyorum, hem de adamlar biz elmanın atasıyız diyorlarsa sözlerini dinlemek lazım.

alma-ata’ya gittiğimi söylediğimde herkes önce niye diyor, sonra da çok mu çirkin bir yer diye soruyor. hayır efendim, çok çirkin bir yer değil ama böyle aşık olup, buraya yerleşeyim diyeceğiniz bir yer de değil. küçük, sıradan bir yer aslında... şimbulak dağının eteğine kurulmuş olan alma-ata, yeşili bol bir yer. o kadar bol ki arkalarındaki binalar güzel mi çirkin mi çok görülmüyor.

Güncelleme

Ben güya böyle bi blog açmıştım ama tabii pek çok blogda olduğu gibi, bir heves başlayıp, sonra bıraktım. Neyse şimdi geçmiş gezilerden fotoları yüklicem ama detaya fazla girmiycem. Bundan sonrası için uzun uzun anlatırım. Belki tabii.

Neyse en azından foto yüklerim. Öyle bi şeyler.