Kasım 11, 2010

London calling ama nasıl calling?



Efenim London calling dedik ama çağırmasına rağmen, içeriye buyur etmekte biraz zorlandı. Pek misafirperver sayılmaz kendisi.

Şimdi olaylar şöyle gelişti. Annem ve babam ile yaptığımız Paris gezisinden sonra onlar TR'ye ben London'a gitmek üzere yollarımızı ayırdık. Ben hoop atladım trene, sanıyorum ki 2 saat içinde, ver elini Londra! Ama ne gezeeer!

Trene bincem, 15 dakikam var, Fransız pasaportçularından geçtim laylaylom, İngiliz pasaportçularına geldim. Adam bir meymenetsiz, bir nemrut, bir bana bakıyor, bi pasaporta... Dakikalar geçti, gerginlik tavanda... Adam bana bakıyor, ben adama. Öeh. Neyse nihayet konuştu bu dallama:

- Why are you going to London?
- Gezicem filan, turizm bikbikbik (ingilizce cevap verdim tabii de tüm diyalogu ingilizce yazmiim şimdi)
- Dönüş biletin nerde?
- Yok.
- Neden?
- Nereye döncem bilmiyorum ama İngiltere'de sadece 8 gün kalıcam, o kesin.
- Hmmm. Çalışıyor musun?
- Ayrıldım.
- Hmmm...
- Kaç liran var?
- Şu kadar.
- Erkek arkadaşın mı var İngiltere'de?
- Yok
- Tr'de?
- Yok
- Kardeş?
- Yok
- Hostel'de kalacaksın öyle mi?
- evet.
- neden?
- Ucuz diye.
- Peki o zaman niye bu pahalı tren biletini aldın?
- Başka yoktu.
- Daha önce alsaydın ucuz olurdu?
- Tam ne yapacağımı bilmiyordum.
- Hmmm... Neden daha önce planlamadın?
- Yeni belli oldu.

Bu noktada ben ne kadar şüpheli görünüyor olduğumu farketmeye başlıyorum, sıçtık diyorum, giremicez memlekete. Abi bi içeri gidiyor, geliyor. Bu sırada benim tren kaçtı kaçacak... Suratımı astım, duruyorum. Abi gene bana bakıyor.

- El çantan yok mu senin?
- Yok, yani sırt çantam olduğu için her şeyi şu küçük pasaport şeyine koydum şimdilik.
- Hmmm...

Allahım diyorum, buradan nereye varacak acaba? Neyse adam bana geç şöyle diyor, bi banka oturuyorum. Bir de artık Fransa sınırları içinde de sayılmıyorum ama İngiltere'ye de giremiyorum, kaldım öyle Araf'ta bir bankın üstünde. Tren de kaçtı zaten. Abi içeri gidiyor, 15 dakika gelmiyor, ben ezik bir böcekten de daha zavallı hissediyorum kendimi. Neyse geri geliyor, şu odaya geç diyor. İlk kez immigration memurlarının sorgulama odasındayım. hay allahım yarappim, naptım lan ben bunları hak edecek diyorum içimden.

Neyse adam geliyor, karşıma oturuyor, yine aynı soruları bu sefer oturarak soruyor. En sonunda ben, AB vatandaşı olsam nasıl spontane seyahat edebileceğim ve maceracı ruhumun hiç sorgulanmayacağı ama sırf Türk olduğum için tüm bu soruların bana sorulduğu ve şüpheli muamelesi gördüğüm üzerine dramatik bir konuşma yapıyorum. Hatta daha önce göremediğim Stonehenge'i ne kadar görmek istediğimi anlatıyorum duygusal duygusal. Artık, biraz sikimden aşşa modundayım zaten, tren de kaçmış ne de olsa. Sonra ekliyorum: "It's not like I want to immigrate to your country!" Hmmm... diyor bizimki gene. Sanırım derdi benim oraya göç etmemden ziyade uyuşturucu filan kaçırıyor olmam ki, bir yarım saat sonra, gel diyor, Fransız meslektaşlarım çantalarına bi baksın. İyi diyoruz.

Fransız abiler çantalara bakıyor, onca emek verip, her şeyi milimetrik hesaplarla sığdırdığım sırt çantası her yerde şimdi. neyse ki bu abiler şeker, gülüp eğleniyoruz. Bi de ben kendileriyle Fransızca konuşarak puanları topluyorum tabii, espriler filan gırla. Bizim İngiliz, kıskanıyor herhalde ki, "sen fransızca nerden biliyorsun?" diyor, allahın salak Türk'ü Fransızcayı nerden bilcek öyle ya. Aa diyorum, biliyorum, liseden ama bayadır konuşmuyorum. Fransız polis arkadaşlarım da gazı veriyor, yooo yoo, gayet iyi filan diye. Biz kakara kikiriye devam, bizimki ifrit oluyor.

Neyse çanta faslından sonra, içinden ne bomba ne uyuşturucu çıkmayınca hayal kırıklığına uğramış olan Mr. Engelbert (atıyorum), yine beni sorgu odasına alıp, kendisi kayboluyor. Sonra geri geliyor, süpirvayzaaa'la konuşmuş. 3 opsiyon varmış:

- Ya beni Fransa'ya yollıcak ve almıcak
- Ya alıcak
- Ya da önce dönüş bileti aldırıp, öyle alıcak.

İçimden bana mı soruyosun tarram diyorum, zira bana soruyorsan benim cevabım hani belli sayılır. Yok bana sormuyormuş zate, sesli düşünüyormuş meğersem. İyi hadi diyorum. Neyse bu biraz daha düşünüyor, gidiyor, geri geliyor yine filan. Sonra kararını açıklıyor:

- Tamam, gir ama 8 gün dedin, 8 günde çıkmazsan bozuşuruz, bi daha da vize vermeyiz, söz ver bana çıkacaksın! Sana güvendik, güvenimizi boşa çıkarma.

Töbe yarappim, adamla 2 saatte aşk ilişkisine döndü ilişkimiz. iyi diyorum, I promise bebeyim. İyi günde kötü günde...

Neyse bunlar elime yeni bir bilet tutuşturup (allahtan o kadarını yapıyorlar) beni içeri sokuyorlar. Bense küfretmekten helak olmuş bir şekilde London'a ayak basıp, derin bir nefes alıyorum. Ayrımcılığın dik alası, hem çayları yudumlarken "nööö tu diskrimneyşıaaan!" de, hem de yaptığın muameleye bak, alacağın olsun İngiltere, memleket güzel olmasa hiç de uğraşmazdım he. Çok sinirleniyorum bu vizeydi bok püsür işlerine. Neyse...

İşin komiği, dönüşü söz verdiğim üzere 8 gün sonra yaptım, ancak Londra değil Edinburgh üzerinden yaptığımdan ve İskoçlar dünyanın en larc insanları olduğundan, pasaportumu damgalamayı geç, dönüp bakmadılar bile. Bu durumda Engelbert memleketten çıkıp çıkmadığımı nerden bilecek, endişeliyim. Onun güvenini sarsmak istemem. Çok anımız var kendisiyle.

Neyse... netice itibariyle aman diim. Vizem 6 aylıktı, daha önce UK girişim vardı, pek çok Avrupa girişim de vardı ama yine de bunlar oldu. Siz bence dönüş biletiyle gidin İngiltere'ye gidecekseniz.

Fotolar bir sonrakine...

Şarkı: The Clash - London Calling

2 yorum: