Kasım 19, 2010

Yağmur altında Edinburgh...



Edinburgh... İskoçya'nın Glasgow'dan sonraki ikinci en büyük şehri ve de başkenti. Bu UK ziyaretimde İskoçya'ya, en azından Edinburgh'a bir gitmeye kararlıydım ve 3 günü buna ayırdım. Lanet olsun, keşke daha çok ayırsaymışım.

Edinburgh gördüğüm en güzel yerlerden biri olabilir sanırım, ne fotoğraflar ne kart postallar hakkını veremiyor. Gidip görmeniz lazım. Çok acaip, çok başka türlü, çok ilham verici bir yer...


Bir Ortaçağ kenti Edinburgh ve bunu her yerinde hissediyorsunuz. Zamanında Auld Reekie lakabıyla anılıyormuş (Old smoky) zira o zamanlar vebanın da her tarafı vurduğu dönemlerde yani, Edinburgh sokaklarından yükselen bok kokuları ve pisliğiyle meşhur. Şimdi öyle değil tabii... Ama zamanın kötü yaşam koşulları şehrin her tarafında ayrı bir hayalet hikayesi türemesine sebep olmuş. Dünyanın en meşhur paranormal aktivitelerinin buralarda olduğu söyleniyor. Enteresandır ki bir diğer lakabı da çıkardığı yazar ve düşünürleri nedeniyle "Athens of the North" Yani hem pis, bok kokulu hem de intelekçuıl bi yer Edinburgh! :)

Ve ayrıca yine İngilizce'nin bir manyaklığı olarak ismini Edinbörgh değil, Edinbro okuyorsunuz. Bilemiyorum nedendir...






Klasik anlamda bir güzellik değil, Edinburgh'unki, tüm o garip İskoç mitolojisinin nereden çıktığını anlatırcasına, karanlık, buğulu, sinister derler ya öyle. Ama bir acaip... Korku filmi yazacak olsanız, o şehirde aklınız coşar gider...

Çok soğuk bir kere, Kasım ayı başında Londra gayet iyiyken, İskoçya'da sıfırı gördüm. Ama bu da o şehrin olayı. Dedim ya, pembe kelebekler, güneş, masmavi gök şehri değil orası. Sis, yağmur, karanlık... Tüm bunlar daha bir güzelleştiriyor Edinburgh'u.

Küçücük bir şehir, dolaşması çok kolay. En mühim yerleri Old Town ve kaleye doğru uzanan Royal Mile yolu. Küçük ama her tarafında bir şeyler var. Bir kere kat kat caddeler var, üstte evler, altta evler... Sonra daracık sokaklar, yer altında uzanan labirentler, kayalar, tepeler, durup durup şehre bakacağınız noktalar...





Samimi söylüyorum bu kadar acaip bir şehir az gördüm. Lunapark gibi, oyun alanı gibi. Keşfedilecek o kadar çok şey var ki, o dar sokaktan girsem, şuraya çıksam, oradan buraya geçsem...

Lanet olsun ki 3 günüm vardı. Ve bir gününde yağmur yağıyordu! Ve çok soğuktu. ama kafama koydum, bir İskoçya turu yapacağım yakın bir zamanda. O doğa, sis, yüksek tepeler, Loch Ness canavarları, highlands, hayalaletler, efsaneler, müzik, kaleler... Kalbimi pıt pıt çarptırıyor düşündükçe.

Görür görmez aşk hissettiğim yerlerden biri oldu yani Edinburgh ve nezdinde tüm İskoçya. Tavsiye eder miyim? Hem de nasıl!





Yemekler çok iyi değil, soğukta sıcak tutsun diye olduğunu tahmin ettiğim bir takım patates ve türevleri var genelde... Enternasyonel mutfağa takılmak daha iyi bir seçenek olabilir, uzun kalacaksanız. Hava soğuk. İnsanlar süper neşeli ve larc. Bira gırla. Hayalet hikayeleri her tarafta. Londra'ya göre çok daha ucuz. Ağır İskoç aksanlı bir İngilizce konuşuluyor, bir de Gaelic diye İngilizce ile hiç alakası olmayan Celtic kökenli bir dilleri var. Okullarda öğrenmenin mecburi olduğunu söylemişti bir İskoç arkadaşım ama büyük şehirlerde pek konuşulmuyor. Yine de bazı köylerde hala konuşuluyormuş sanırım.



Ben Hotel Ceilidh-Donia (Kilidonya okuyoruz) diye çok cici bir otelde kaldım, biraz şehir dışındaydı, otobüsle 10 dk, taksiyle 4 pound. Daha böyle sessiz sakin, residential bir yerdi ama dedim ya şehir küçük, çok da fark etmiyor uzakta olması. Otel çok tatlıydı, sahipleri de çok cicilerdi. Bir de kendime Edinburgh hatırası edindim şurada, orası da çok ciciydi. Memnun kaldım ;)

Bu arada Londra'dan Edinburgh trenle 5 saat civarı. Vize, pasaport kontrolü yok. İstanbul-Eskişehir gibi yani. Ayrıca bir İskoçya vizesi diye bir kavram yok, UK vizesi alacaksınız maalesef.

İlk gün dediğim gibi, az dolaşabildim, yağmur altında çok foto da çekemedim ama buyrunuz... Bir dahakine, neler yaptım, neler yapılır, güneşli günde Edinburgh nasıldır?

Ay lav Skotland, evet!








Şarkı: The Proclaimers - Scotland's Story

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder